ŞALPAZARI NAHİYESİ’NİN “DEVLET” İLE TANIŞMASI: TRABZON VALİSİ OSMAN SABRİ ADAL’IN 80 YIL ÖNCE ŞALPAZARI’NA YAPTIĞI GEZİDEN İZLENİMLER...
Cumhuriyet döneminde 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımı verilerinin, Vakfıkebir ilçesi nüfusunu genel olarak ihtiva etmesi nedeniyle bu tarihte Şalpazarı nüfusunu köyler itibarıyla tespit etmek mümkün değildir. Ancak 1935 yılında yapılan nüfus sayımına göre Vakfıkebir ilçesine bağlı bir nahiye konumunda bulunan Şalpazarı’nın 27 köyünde 4500’ü erkek, 5464’ü kadın olmak üzere toplam 9964 kişi tespit edilmiştir. 1940 yılı sayımında Şalpazarı’nın toplam nüfusu 10.824’e, 1950 sayımında ise 11.662’ye yükselmiştir. Nüfus artışındaki bu yükseliş 1980 nüfus sayımında toplam 25.369 ile zirveye çıktıktan sonra bu tarihten sonra yapılan sayımlarda ise nüfus giderek azalmaya başlamıştır. İlçe kaymakamlığının web sayfasında ilçenin bugünkü nüfusu 11.934 olarak verilmiştir. Buna göre Şalpazarı’nın bugünkü nüfusu, 70 yıl önceki (1950) nüfusuna gerilemiş gözükmektedir.[1]
İlçe nüfusundaki bu gerileyişin çeşitli nedenleri olduğu söylenebilir. Ancak bu durumun en belirgin nedeni, yoğun göç veriyor olmasıdır. Zira ilçenin oldukça engebeli ve tarıma elverişsiz arazi yapısı, ailelerin maişetlerini ilçe dışında, genel olarak İstanbul ve Kocaeli gibi sanayi merkezlerinde aramasına neden olmuştur. Nitekim özellikle İstanbul’da Şalpazarı ilçesinin neredeyse hemen bütün köylerinin dernekleşmesi, hatta bu derneklerin bir araya gelerek Şalpazarı Dernekleri Federasyonu’na dönüşmesi, yoğun göç vermenin bir sonucu olsa gerektir. Dernekleşmenin ortaya koyduğu diğer bir gerçeklik ise; her ne kadar doğup büyüdükleri mekanlardan uzakta yaşasalar da bu yöre insanının “Şalpazarılılık kimliğine” oldukça üst düzeyde bağlı oldukları ve ciddi bir aidiyet kültürünü benimsedikleridir.
Şalpazarı, 1950’li yılların ortalarına kadar sahille karayolu bağlantısı olmayan, dolayısıyla da içe kapalı bir sosyolojik yapı arz eden küçük bir nahiye konumundaydı. Ulaşımın son derece kısıtlı olması toplumsal yapının değişim ve dönüşümünü de engelleyen en önemli unsurdu. Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi Trabzon’un da sahil ilçe ve nahiyelerinin dışında kalan iç bölgelerdeki idari yerleşim birimlerindeki yaşam oldukça zor koşullar içindeydi. 1911-1922 yılları arasında yaşadığı uzun savaş yılları türlü acıları beraberinde getirmekle birlikte 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile tarihe malolan Osmanlı Devleti’nin külleri arasından, Milli Mücadele’nin lideri Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde genç Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Cumhuriyetin ilk on yılı, bir yandan ülkenin uluslararası sorunlarının çözüme kavuşturulmaya, öte yandan ağır bedeller ödemiş halkın yaralarının sarılmaya çalışıldığı bir süreci ifade etmekteydi. 1929 ekonomik krizinin de derinden etkilediği Türkiye Cumhuriyeti, oldukça kısıtlı ekonomik kaynaklarıyla eğitimden sağlığa, bayındırlıktan ziraata kadar hemen her alanda topyekün bir mücadele hamlesi içine girmişti. Merkezi hükümet ile vilayet ve belediye yönetimlerinin yeterince koordineli bir şekilde çalışamadığı, bu nedenle de kısıtlı kaynaklardan azami verimin alınamadığı tespit edilince Umumi Müfettişlikler kurulması kararlaştırıldı. Kuruluş amacı; “hükümetin idare makinesinden tam randıman alması” olarak belirlenen ve ilki Güneydoğu Anadolu bölgesini kapsayan Umumi Müfettişliklerden Trabzon’u da içine alan Üçüncü Umumi Müfettişlik Ağustos 1935’te Tahsin Uzer’in bu göreve atanmasıyla faaliyete geçti. Merkezi Erzurum olmakla birlikte karargahını Trabzon’da kuran Üçüncü Umumi Müfettişliğin başında bulunan Tahsin Uzer, kurduğu kadrosuyla topyekun bir hizmet hamlesine kalkıştı. Bu hamle içinde Trabzon’da Numune Hastanesi’nin yapılmasından Trabzon Lisesi binasının yenilenmesine, Kız Sanat Enstitüsü’nün faaliyete geçirilmesinden Beşikdüzü’nde Eğitmen Kursu açılmasına değin bayındırlıktan eğitime, tarımdan sanayi tesislerinin kurulmasına kadar oldukça geniş bir yelpazede çok sayıda hizmeti hayata geçirdi. Cumhuriyet idaresinin temel amacı olan, her türlü hizmetin vatandaşın ayağına kadar ulaştırılması şiarının Trabzon’daki temsilcisi ve uygulayıcısı olan Tahsin Uzer’in başlattığı en önemli hamlelerden biri de vilayet merkezi ile en ücrada bulunan kaza ve nahiye gibi idari yerleşim birimlerinin karayolu ağı ile birbirlerine bağlanmasıydı. Bu bağlamda Şalpazarı nahiyesinin de sahildeki Beşikdüzü nahiyesine karayolu bağlantısının yapılması da Tahsin Uzer’in planları arasındaydı. Ancak Uzer bu düşüncesini hayata geçirme imkanı bulamadan ağır sağlık sorunları nedeniyle 3 Kasım 1939’da görevinden ayrılmış ve kısa bir süre sonra da yaşamını yitirmişti. Ancak öldüğü yıl olan 1939 yılı Ocak ayında Şalpazarı ve Tonya nahiyelerinde kargir birer Hükümet Konağı binasının yapımını başlatmıştı.[2] Böylelikle Cumhuriyet hükümetinin eli ve imkanları ilk kez Şalpazarı ile buluşmuş oluyordu.
Tahsin Uzer görevdeyken ona bağlı olan illerden biri olan Trabzon Valiliği görevine 23 Haziran 1939’da atanan Osman Sabri Adal da Uzer’in planladığı hizmetlerin takipçisi olmuştu. Nitekim Vali Adal, 1940 yılı Trabzon Vilayeti Umumi Meclisi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada Of ve Akçaabat ilçelerinde inşaatları devam eden Hükümet Konağı gibi Şalpazarı, Tonya ve Yomra gibi nahiye merkezlerinde de Hükümet Konakları inşaat çalışmalarının devam ettiğini vurgulaması,[3] planlanan çalışmaların takipçisi olduğunun göstergesiydi. Adal’ın sözkonusu açılış konuşmasında değindiği hususlardan biri de 1940 yılı yapım programında yeralan Şarlı(Beşikdüzü) – Şalpazarı karayolu olmuştur. Vali Osman Sabri Adal aynı konuşmasında Beşikdüzü-Şalpazarı karayolundaki yapım faaliyetlerine ilişkin çalışmaların devam ettiğini belirtmiştir. Bu bağlamda Beşikdüzü’nden denize dökülen Akhisar Köprüsü’nün yapım maliyetinin yüksek olduğuna vurgu yapan Adal, bu konuda Nafıa Vekili Ali Fuat Cebesoy’dan destek istediklerini de ifade etmiştir.[4] Nitekim Trabzon Nafıa Müdürü Arif Bey’in başkanlığındaki heyet tarafından Beşikdüzü-Şalpazarı yolunun güzergah keşif çalışmaları Temmuz ayında tamamlanmış olup yolun açılması çalışmalarının Eylül 1940’ta başlaması kararlaştırılmıştır.[5]
(Atilla Alp Bölükbaşı, Anılarda Trabzon’dan)
Haziran 1939’da göreve başlayan Trabzon Valisi Osman Sabri Adal, vilayetin en ücra ilçe ve nahiyelerinin durumunu yerinde görmek üzere bir dizi gezi gerçekleştirmiştir. Valinin bu gezisine, başta Nafıa Müdürü Arif Bey olmak üzere ilin bürokratları da katılmıştır. Ayrıca bu tetkik gezilerine gazeteciler de iştirak ederek bir yandan idarenin yapacakları hizmetlere tanıklık etmişler, öte yandan bu tanıklıklarını “Kazalarda Tetkik Gezileri” adıyla gazetelerinde okurlarıyla paylaşarak kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlamışlardır.
Bu bağlamda Vali Adal’ın yaptığı gezilerden biri de Vakfıkebir ilçesi ile Tonya, Beşikdüzü ve Şalpazarı nahiyelerine gerçekleştirilmiştir. Vakfıkebir ve Tonya gezisini tamamlayan Vali Adal 24 Mayıs 1940 Cuma günü Beşikdüzü Hükümet Konağı’nda muhtarlarla bir toplantı yaptıktan sonra Eğitmen Kursu ve Köy Enstitüsü başta olmak üzere nahiyedeki hizmet birimlerini denetlemiştir. Aynı gün Şalpazarı’na hareket eden valiyi, nahiye hududuna kadar Beşikdüzü Nahiye Müdürü Naim Akyüzlü uğurlamıştır.[6]
İlk kez bir valinin Şalpazarı gibi ücra bir nahiyeyi ziyaret etmesi, bu ziyareti Şalpazarılılar nezdinde oldukça önemli ve anlamlı kılmıştır. 24 Mayıs Cuma günü gidilip 25 Mayıs Cumartesi günü dönülecek olan bu ziyarette yaşanılanlar, Cemal Rıza Çınar (Osmanpaşaoğlu)’ın kaleminden “Vakfıkebir’den Şalpazarı’na” adlı tefrika ile Yeniyol gazetesi sütunlarında yayımlanmıştır. Gazete sütunlarına yansıyan anı ve anekdotlar, Şalpazarı’na dair bilinen ilk üst düzey bürokratik ziyarete dair olması dolayısıyla ve seksen yıl önceki Şalpazarı’nın sosyo-kültürel ve sosyo-iktisadi yapısına dair önemli bilgiler vermesi bakımından aynen aşağıya aktarılmıştır.
“Mevsim başlangıcının haftayı deviren günlerinde bu kadar kavurucu sıcağa ender tesadüf olunur. At üzerinde 5 saat böylece yürümek mesele. Şalpazarı’nın yolu Beşikdüzü’nden ayrıldığı için buraya kadar deniz rüzgarları yardım ediyor. Dere yoluna girince sıcağın bir misli daha artacağını söyleyen yanımızdaki delikanlı ile devamlı konuşmaya başladık. Bir sual sorunca hayatının acıklı hikayesini nakletti. Adı Ali’dir. Babası Umumi Harp’te 9 nüfusla Vakfıkebir’i terk ederek muhacir olmuş. Ve iki sene sonra köyüne yalnız dönmüş. Hatırladıkça sekiz kişinin adını sayar, için için ağlarmış. Harb-i Umumi kurbanları arasında babasının da kim bilir ne şerait altında, meçhul sekiz mezarı varmış...
Her birinin bir hatırasını saklayan eski, tahta evinde yeniden hayat uyandırmak için evlenmiş ve şimdi bizimle Şalpazarı’na yol arkadaşlığı yapan Ali dünyaya gelmiş. Bir sene sonra karı-koca arasına fitne girmiş, geçinememişler, ayrılık olmuş. Anası Ali’yi son defa bağrına basarak babasına uzatırken çift çubuğu göstererek:
-Bana olan oldu. Alnımın yazısı böyle imiş. Fakat Allah seni bu mülkün sahibi etsin, büyüyesin, çoluk çocuğun olsun, başına benim gibi bir felaket gelmeye,
Demiş ve üç beş parçadan ibaret gelinlik eşyalarını saklayan bohçasını koluna takarak köyün hududundan çıkmış ve meçhul bir semte doğru uzaklaşmış...
Çok zaman geçmiş, babası tekrar evlenmiş ve Ali üvey ana elinde hırpalanmış. Babası ona çok düşkünmüş, Ali’ye acımış, üvey anasına yol vermiş. Ali büyümüş, ilk mektebe devam ederken babasının alaka-i muhafazası sayesinde yeni üvey anasından kötü sert muamele görmüyormuş, birbirlerine iyi ısınmışlar.
Dere yolunda beynimize işleyen sıcağın tesiri, Ali’nin acıklı hikayesiyle o kadar hissedilmiyor. Arasıra rastladığımız ağaç altlarında, subaşlarında dinlenip ter kurutuyoruz. Ali, masum boynunu temiz kalbinin üzerine tabii bir hareketle sarkıtarak hikayesine devam ediyordu.
-Bir akşam kasabadan yorgun dönen babamla kirazın altında konuşurken hiç hatırıma gelmeyen bir bahis açıldı. Babam, oğlum, dedi, ben artık ihtiyarladım. Bu tarlayı çevirecek kuvvetim kalmadı. Seni mektepten almak, evlendirmek lazım geliyor. Babamı çok severim. O da benim üzerine toz kondurmaz. Bir dediğini iki yapmam.
-Al, dedim. Evlilik, hayatın en zevkli tarafıdır, insan böyle bir teklife gayet tabii olarak ve hiç itiraz etmeden “evet, pekiyi” der şüphesiz.
Biraz latife etmek istedim, fakat Ali’nin verdiği cevap karşısında ani birkaç damla yaşla dolan gözlerimi saklamaya, ona göstermeye çalıştım.
-Yok efendi dedi. Mektebin üçüncü sınıfından ayrılalı üç sene oldu. Benim arkadaşlarım şimdi Trabzon’da orta mektepte okuyorlar. Ali sözünü keserek on adım mesafede kuzu otlatan mektep kasketli bir çocuğa dolu dolu bakıyordu.
Bunaltıcı sıcağın gittikçe artan tesiri bir ağaç altında fazlaca kalmaklığımızı mecbur kıldı.
-On senedir anamı görmedim. Geçenlerde dayım beni yanına alarak Akçaabat taraflarında yuva kuran anama götürdü. Anam beni görünce tanıdı, ağladı, koyun koyuna sarıştık.
Dört tane üvey kardeşim var. Bir hafta anamla, üvey baba ve bu kardeşlerimle bir arada kaldık. Ayrılırken doyamadık, tekrar ağladık.
Yakın zamanlardaydı. Annemin İskefiye’de babasından kalma bir yeri vardı. Onu satmak üzere kasabaya gelmişti. Bir daha görüştük ve sattığı yerin parasından bana 40 lira verdi.
-Al oğlum, harçlık edersin dedi ve öylece ayrıldık.
Saat ilerledikçe serin rüzgarlar başladı. Geniş bir yol üzerinde yorgunluk hissetmeden yavaş adımlarla yürüyor ve Ali’nin hikayesinin tesiri altında ben ve o bir müddet susmuştuk.
İlk defa geçtiğim bu yollarda kim bilir daha ne garip hikayeler dinleyeceğiz [7]
Bizden evvel yola çıkanları birer birer yetişiyoruz. Çeşme başlarında dinlenip buz gibi soğuk su içiyorlar. Ne munis ve misafirperver adamlar. Bir selamla hemen yanaşıveriyor, çantasında ikram edecek şeyler arıyorlar. Bir tanesi bana, askerlik işleri için mi Şalpazarı’na gittiğimi sordu. Siyah gözlerinin içinde vatan sevgisi ve bir tecavüzü geldiği yerden daha ilerlere itmek kudretinin ateşi vardı. Esasen Parti’nin bize verdiği vazife icabı milli siyasetimizi bu gürbüz delikanlıya izah ettik.
Bozuk, dar, çamur ve taşlık yol bazen dereden yükseliyor ve 500 metreye yakın korkunç uçurumlar görüyoruz.
Birkaç gün Şalpazarı’na ilk defa gidilmiş olmakla halkın hakiki sevgisini kazanan Vali Osman Sabri Adal buralardan nasıl yürümüş ve geçmiş? Vazifenin icap ettirdiği her türlü zahmete katlanmak hakiki devlet adamlarını halka bağlayan yegane vasıftır. Memleketin yükselme işlerine peşinen sürükleyici bir aşk kuvvetiyle sarılan valiyi bu taş ve toprak içerisinde köylülerle dertleşerek yürürken görmek, bir fotoğrafını almak Yeniyol için çok lüzumlu bir ihtiyaçtı. Köy içlerine doğru yapılan böyle faydalı tedkik gezilerinde gazeteciler arasıra unutulmazsa iyi olur.
Yol pek az yerlerde daralıyor. Yoksa bir gayret ve himmetle Şalpazarı’nı Beşikdüzü’ne bağlayarak mükemmel bir şose vücuda getirilebilir. Kendi kendime düşünüyorum. Vali Osman Sabri Adal’ın bu yollardan geçerek Şalpazarı’na gitmesi, bu mıntıka ihtiyaçlarına taalluk eden oldukça mühim sebeplerden ileri gelmiş olacaktır. O halde saatlerce üzerinden geçtiği bu bozuk yolun Şalpazarı’nı sahile bağlayan bir hayatı bizzat gördü. Binaenaleyh bu husustaki havadisi ancak nahiye müdüründen alacağız.
Yolun yorucu uzunluğunu düşünen hayır sahipleri sık sık tesadüf edilen çeşmeleri sıralamışlar. Fakat kaçırmaya gelmez doğrusu. Bir daha buralara gelmek nasip olacak mı? Her çeşmeden avuçlarımızla kana kana su içiyoruz. Daha ilerilerde yine böyle süslü çeşmelere rastlayacakmışız.
Ali, uzak ormanlarda yapılan avcılıktan bahsediyor. Ayı, tilki, kurt avları yaparlarmış. Biz şimdi kesif ağaçlıklı bir orman içerisine sapan yolu takip ediyoruz. Bize yakın boylu otlar arasından tavşanlar kaçıyor, bir tehlike hissederek uzaklaşıyorlar.[8]
Mütenevvi manzarada istisnaiyet teşkil eden bu mıntıkayı göremeyen, hatta işitmeyen gençlerimizin haddinden fazla olduğunu düşünerek ve bundan dolayı acı duyarak ilerliyoruz.
Bazı Pazar günleri ve bilhassa iki üç günlük tatil zamanlarından istifade edenleri ancak yakın sayfiyelerde görüyoruz. At gezilerini ve birkaç günlük seyahati buralara kadar uzatmak, insanı çok zevkli hatıralara sahip kılar.
Çam, Kızılağaç, Söğüt ve Ceviz ağaçlarıyla örtülen karşılıklı iki muhteşem dağdan birinin ortasından açılmış yolu bitirdik, fakat biz de bittik.
Bir saat sonra nahiyede bulunacakmışız.
Çocuklar, derenin fazla su biriktiği yerde yıkanıyorlar. Daha ileride yüksek kayalar üzerinden ineklerini, koyun ve kuzusunu bekleyen kızlar, kollarına halkaladıkları yünden çorap dokuyorlar. Ne sakin hayat... Yalnız meyilli ormanların etrafında yeşilliğe boğulan davarlar çıngırak sesi veriyor.
Yol üzerinde iyi dönen itibarlı bir değirmen gördük. Önünde genç ve yaşlı vatandaşlar oturuyordu. Bunlardan kimi mısır öğütmeye, kimi vakit geçirmeye ve bitişiğindeki tarladan aldığı yorgunluğu gidermeye gelmişler. Fakat ne tatlı adamlar. Değirmene yakın içme suyu yok. Kısa mesafedeki evlerden ayran getirmek istiyorlar.
Bunlar arasında düzgün konuşan ve sonra tecrübeli olduğu anlaşılan bir genç gördük. Sorduk, soruşturduk. Askerden yeni gelmiş. Talim terbiye görmüş, okumayı, yazmayı öğrenmiş. Oturmanın, konuşmanın, iş görmenin ve idare etmenin öğretmenliğini öğrenmiş. Asker ocağı, yaşadığı muhitin ekseriyetle on kilometre ilerisini bilmeyen bir vatandaşı ne mükemmel olgunlaştırıyormuş.
Bir dere arası yol değiştirirken yakın mesafeden görünüp kaybolan Şalpazarı dağlarla çevrilmiş. Fakat bu dağlar bazı yerlerde görüldüğü gibi bel kemiğini çatlatırcasına Şalpazarı’nın üzerine çökmüş değil.
(Atilla Alp Bölükbaşı, Anılarda Trabzon’dan)
Şimal tarafındaki Sis yaylasına buradan bir saatte çıkılır. Sis yaylasında birçok köy halkı ve evler varmış. Nahiyeye yaklaştıkça Çam kokularını daha çok hissettiren Sis yaylasının içine girmeye can atıyorum. Fakat ne fayda ki buna program müsaade etmiyor.[9]
Tam ucuna basınca atın nal sesleri şakırdadı. Kenarından dere geçen nahiyenin bir kutu gibi güzel içi kaya taşlarla döşetilmiş. Toz yok, yağmurlu havalarda çamur olmuyor. Yeni bir hükümet binası yapılıyor. Nahiyenin eski tarz yapıları arasında ilk vaki olan bu hükümet binasıdır.
Daha başka binalar da yapılacakmış. Vakfıkebir’deyken konuşuk arasında bunları dinlemiş, hatırımızda da kalmıştı.
Bu tenha yerde kiminle karşılaşacağımızı ve geceyi nasıl geçireceğimizi düşünüyorduk. Ustaların çekiç seslerini aksettirdiği hükümet binası yanından kadife kasketli ve lacivert elbise giymiş dolgun vücutlu, orta boylu bademî üzerine esmer çehreli bir zat geldi. Yaklaştı ve sesli sesli gülerek:
-Hoşgeldiniz, dedi. Gülmesi, meğer sebepsiz değilmiş. Vaktiyle Adliye Zabıt Katipliği yapmış, sonra Dahiliyeye intisap etmiş, birkaç sene evvel de Yomra’da müdürlük yapmış, Trabzon gençliğinin yakından tanıdığı Ahmet Çubukçu...
El sıkanlar arasında birkaç sene evvel Aktaş yaylasından tanıdığımız ahbaplar da var.
İlk dinlediğimiz söz bugünkü sıcağın görülmemiş derecede oluşu idi.
Biniciliğin en mükemmel spor şubelerinden biri olduğuna açık tabiriyle adamakıllı inandık ve fakat attan da inince “tövbe” demedik. İşte o kadar... 100 kiloluk sıklette ve yıllarca hayvan sırtı görmeyen bir vücut bu uzunca yolculuktan sonra sallana, silkine ne hale gelir, tasavvur ediniz. Adeta ezik domatese döndük. Hayvan güzel yürüyor, lakin biz idaresini bilmediğimiz için “tırıs”a kalkıyor. O zaman lankada lank! Gerçi bağırsaklar için iyi bir idman ama kopmadığına hala şükrediyoruz.
Soğuksu dökünün, açılırsınız, dediler. Acaba göle mi atlayacağız, diye bir an için tereddüt geçirdik. Sebebi de nahiyenin bitişiğindeki dere içinde büyükçe bir gölde birkaç kişinin diktepe dalıp çıkmasındandı.
Kalın, kokusu üzerinde kuvvetli çam tahtalarından yapılmış bir mazbut yapının hamamcığında soğuk suları tas tas dökünce ayıldık.[10]
Akşam yemeğinde balık yiyecekmişiz. Gölde yıkanan gençler balık avlıyorlarmış. Dere, yalçın bir kayadan aşıyor, bu kayanın nihayetindeki büyükçe göl doluyor ve ondan sonra su seyrine devam ediyor. Gençler yıkarı taraftan sedler çekince mecra değişiyor ve göle artık daha su gitmiyor. Arkasından tenekelerle göldeki suları boşaltmaya uğraşıyorlar. Su azaldıkça balıklar ele geçiyor. Her sene Mayıs sonlarında böylece yapar, balık avlarlarmış. Bazen torbalarla, derin kaplarla balık avladıkları vaki imiş. Bunu bilenler gölün etrafını sarar, su içerisinde dört beş saat titreyenlere “hadi arslanım, kaplanım” kabilinden yardım eder ve ameliyenin sonunda “benim de gayretim var” diyerek payını koparır, yokuş yukarı yollanırlarmış.
Bu anlattıklarımız gölün her seneki hikayesi... Saate bir göz attık, 8.30. Mideye baktık, süzüyor, gölden sesler geliyor, hala bir tek balık tutulmamış.
Şu aleme biz de karışalım dedik ve gölün yanına gittik amma pantolonun paçaları doluya tutulmuş gibi sırılsıklam oldu.
Acayip şey, tenekelerle üç saatten beri su boşaltıyor fakat göl seviyesinden ancak beş santim aşağı inmiş. Delikanlılar boy tecrübesi yapıyor, gölün derinliğinde kaybolup gidiyorlar. Eh, dedik, bu şerait altında bu gölden balık çıkarmak maksud ise asgari bir haftayı göze almak lazım.
Karanlık bastı. Gölün kenarlarında şaşkına dönen hareketli karaltılara el uzatanlar:
-Al işte bir tane, diyor, dışarı fırlatıyor. Sevinerek, hay huy ederek ve kibrit çakarak başına üşüşüyoruz. Fakat bir de bakıyoruz ki ne hale geldiğini bilmeyen, ömründe böyle curcuna görmeyen, akl u izanı yerinden oynayan bir kurbağa, sert kayaların üzerinde çarpık bacaklarını göğe diklemiş dehşetli bir sancı geçiriyor.
Altında neler yattığı bilinmeyen bu gölden bu karanlıkta kim bilir daha ne mallar çıkacak... İyisi mi bu gölden ekmek çıkarmak ümidini kesmeli. Hemen birisi atıldı, kireç getirin, suya karıştıralım, balıklar yüze çıkar, dedi. Ne ustaca bir düşünce. Suya kireci karıştırınca balıklar bir metre havalanmaya başlamasınlar mı? Ne atlet afacanlarmış. 100-150 gr. gelenleri de var. Fakat ızgaraya dizilince öyle uslu oturuyorlar ki...[11]
Yemekten sonra meydanlığa bakan balkonda konuşuyoruz. Yarın Çarşamba, Şalpazarı’nın hafta günü. Köylerdeki halk ekseriyetle yaylalara açılmışlar. Şimdi yarın nahiyenin bu küçük meydanlığını dolduracak olan köylüler yayladan gelecekler ve bütün bu paket taşların üzerleri muhtelif cinste eşya satan sergilerle örtülecek.
Nahiye Müdürü Ahmet Çubukçu ile öteden beriden, nahiye işlerinden konuşurken gözlerimiz sık sık yumuluyor ve ikide bir esniyorduk.
Hamamcığında soğuk su dökündüğümüz evin meydanlığa bakan bir odasında hazırlık yapılmış.
-Vali beye serdiği yatak!
dediler. Uzun ve bozuk yollardan gelerek mutlaka bitab düşen sayın valimiz bu odada bir daha güneş doğduğu zaman gözlerini açmıştır. Bu kadar uzun bir yolculuktan sonra tedkiklerinin fiili sahaya intikali kararlaştırılan neticeleri yarın pazarda yüzlerce halk arasında yayılacak. Mesela Beşikdüzü-Şalpazarı yolunun yaptırılacağını vaat etmiş ve nahiye müdürüne de bu hususta icab eden hazırlık direktifini vermiş. Şimdi sabah oldu mu, biz bu en güzel, Şalpazarı için en çok sevindirici havadisin akislerini dinleyeceğiz.
Muhakkak ki sinek var... Gaz lambası yarıya kadar kısılmış, pencereler açık. Uykuya çok ihtiyaç var, var amma... Yorganı tamamen üzerimize kapayacağımız mevsim değil. Açılsak, sinekler hemen sokuyorlar. Bir vızıltı ile gelseler, insan hemen derlenip toparlanır, bir müdafaa hazırlığı yapar. Sessiz gelip konuyor ve dişledikten, yani iş işten geçtikten sonra farkında oluyoruz.
Sigara kutusunun üst tabakasında bir şey kalmamış...
Sesler arasında gözlerimizi açtık. Pazar kuruluyor. Çat pat ayak ve nal sesleri.
Kahvenin yayla tarafına bakan taşlığında çay içiyoruz. Güneş yükselmiş, ince çizgili dağ yollarından al renk basmalar giymiş gelinler pazara geliyor.
İneğini, merkebini önüne katan köylüler aynı zamanlarda sırtlarında bohçaladıkları satılık malları da zorluk içinde taşıyorlar.
Yol ağızlarında sermayesi bir kese dolusu bozuk para ve bir kantardan ibaret alıcılar var. Yağ, yumurta, fasulye, ne bulurlarsa kısa bir pazarlıktan sonra alıyorlar.
Malını satanlar hemen sergi başlarına koşarak istediklerini çantalarına yerleştirip çarşının bir köşeciğinde peynirini, ekmeğini yemeye başlıyor.
Köyleri ve yaylaları birbirine uzak olan eskiden tanışmışlar, baba oğul, gelin güveyi bir arada saatlerce konuşup sohbet ediyor ve birlikte yemek yiyorlar. O kadar terbiyeli, o kadar hisli insanlar ki... çok tabii, cana yakın karşılamaları var. Misafir etmek, memnun kılmak birinci sırada gelen meziyetlerinden. Niçin böyledirler, neden bazı mıntıkalarda bu derece sıcakkanlılığa pek az rastlanıyor.[12]
Muhtarların etrafında toplanan köylüler yeni bir havadisi dinliyorlar.
-Şalpazarı yola kavuşacak.
-Otomobiller Beşikdüzü-Şalpazarı arasında işleyecek.
-E gız demekkine bir saatta Beşikdüzü’ne varacığaz.
-Yaylalarımızın ucuna kadar yürümekten kurtulacıyaz, demekkine.
-Vali Bey gelmiş, kalabalıkkine, yolumuzun yapılacağını emr etmiş.
Nahiyenin hafta gününde burada toplanan köylü halkın günlük mevzuu; ne yapsınlar, bu kadar içili bir alaka göstermekte neden haklı olmasınlar? Onlar da son nefeslerini verinceye kadar beraber götürdükleri bir düşünce var:
-Buralara vali gelmez, Şalpazarı yolu yapılmaz.
Kalp makinesi üzerine çöken bu ağır teessürün çehrelerde husule getirdiği renk ve neşesizlik birden bire uçtu.
Meyilli bir dükkan önünde Şalpazarı’nın yapılacak olan yol işini konuşanlar arasına girdik.
-Eylül’de yolumuzun yapılmaya başlanacağını duydunuz ve sevindiniz. Şimdi Eylül geldi mi el birliğiyle çalışır ve mühim bir işi muvaffakiyetle başararak rahat edersiniz. Hükümet size her türlü malzemeyi verecek ve mümkün olan yardımı yapacak.
Yazın bu mevsimlerde Halkevi’nin bütün kollarıyla sizi ziyaret gelir ve icap ederse buradan bir saat mesafedeki yaylalarınıza kadar geliriz. Size temsiller verir, saz çalar, konferanslar tertip eder, yaralı hayvanlarınızı baktırır, meccanen ilaçlar veririz.[13]
Size sporların her nevini gösteren filmler getirir, her şeye müsteit ruhunuzu coşturacak müsamereler tertip eder, sizi azap halini alan hasretten kurtarırız.
Elele verir milli oyunlarımızı beraber oynarız, ırmak şırıltısı kadar tatlı ve ahenkli şarkılarınızı dinler, saatlerce raks ederiz.
Esasen sıcak kanlı insanlar... Azıcık yakınlık gösterdiniz ve tatlı konuştunuz mu sizden ayrılmak istemiyorlar.
Şehir hayatını buralara kadar nakl edeceğimize çok sevindiler.
Su satıyorlar... Bir dolu bardakla da biz kanalım dedik. Bardağı kaç para dedik, ses vermedi, etrafını saranlar doldur diyor ve keseye el atmadan uzaklaşıp gidiyorlar.
Meğer vakti yerinde hayırseverler veyahut sevap kazanmak ihtiyacında olanlar bir kova suyu ücret mukabilinde, halk arasında emre hazır bulunduruyor.
Ne güzel adet, ne iyi ahlak... Esasen iyi su içmek için nahiye merkezinden 200 metre ayrılmak lazım.
Burası kaş ve göz güzelliği itibarıyla dünyanın en çok şöhret bulan yerleri sırasında, keşfedilmemiş bir köşedir. Sonra ne kadar ahenkdar lisanları var. Nahiye müdürünün odasında konuşurken orta yaşlı sportmen bir kadın geldi. Köydeki tarlasına hudut tecavüzü olmuş. Mütecaviz, yerin kendisine ait olduğunu iddia etmekle beraber dört seneden beri de vergisini ödediğini söylüyor. Şahitler geldi. Aralarında orta yaşlı bayana hak veren doksanlık bir ihtiyar vardı.
-Bağa babamdan kalan yerimi alucuyam, mümkünatı yoktur, alucuyam.
-Müdür Bey, Hanifeler yalan söylüyor, yer benimdir. İşte de vergi kağıtları.
-Ben yerime vurucuyam, asla vermemkine!
Söze doksanlık ihtiyar karıştı. Mıntıkanın en çok hürmet ve itimat edilenlerinden biri idi. Şimdi o ne derse kabul edilecek. Mütecavizi korku almıştı.
-Bu adam, bu Hanife ile hudut kinedir. Hanife evlek elvarından –evlek demekle hudut kastediliyor- işleniyor Avara kaldığını gören bu adam her sene biraz ileri giderek işledi, ekin yaptı. Hanife haklıdurkine, amma, bu adamga da bir şey versinkine. Dava hallü fasl edilmişti, kapı tekrar açıldı, yaşlı bir bayan:
-Beğim, efendim; bağa ikibuçuk lira salma vurdular çokturkine. Muhtara söyledim, dedi bağakine, meraklanma Hanife, bakar ederiz.
Bura halkının insanlık alemi için çok şayanı dikkat bir adeti var. Bütün sene boyu mısırı olanlar, olmayanlara ödünç veriyor, az çalışmakla az ekin alanlar ekmeksiz kalmıyor.
Nahiyenin beş sınıflı bir ilk mektebi var. Yapı büyük ve kuvvetli. Halk yaptırmış. Çocuklarının iyi büyümelerine çok düşkün bir muhit...
Burada anlayışlı ustalar var. 30 metre uzunluğundaki Akhisar Köprüsü’nü yapmışlar. 15 metresi asma... Nafıa idaresi ustaları takdir etti. Bu ustalar hariçten gelmiş değildir ve köprünün bütün masraflarını da halk vermiş.
Nahiyenin bitişiğindeki dereden iki lamba yakacak kadar elektrik yaratmışlar. Radyolarını bu sayede dinliyorlar. Müdür, müteşebbis bir genç. Spor kulübünde toplanan nahiye gençlerinin zevkli, temiz bir hayatı var.
Etin kilosu 17,5 ve 20 kuruş. Diğer yiyecekler de hemen hemen böyle ucuz. Yorganı yükleyip buralara gelmeli.
Saat ilerliyor, çarşı tenhalaşmaya başladı. Kadın, erkek arkalarındaki dolu sepetlerle yaylalarına doğru konuşarak, kâh türkü söyleyerek yürüyorlar.
Dönüşte, Şalpazarı’na daha kolay ve sağlam olarak açılacak yoldan gelmedik. Vali ve nafıa müdürü buradan geçmiş ve aldıkları not üzerine tedkik yapmışlar.[14]
Çok sevinçli ayrılıyoruz. Temaslarımızın iyi bir hatıra bıraktığını hissettiren tatlı bir renk ve gülüşleri, son birkaç bakışta da devam etti.
Sıra sıra dizilen çeşmelerin çok az kireçli sularından kana kana içiyoruz. Şalpazarı’ndan aldığımız bardak elden ele dolaşıyor. Artık atlardan inmek külfeti kalmadı. Katırcı subaşlarında doldurup veriyor.
Güneşin harareti azaldığı saatlerde bu yollardan seyahat zahmetsizce oluyor. Çemensiz, yer yer deve rengi sırtlar umumi manzaralar arasında pek cazip görünüyor.
Takazlı Camii önüne geldik. Suları, dağların hararetli göğsünde kaybolan son çeşmeden uzaklaşalı bir saat oldu. Cami yanındaki evin çocuklarından su istedik. Bize başka tada su vereceğini umduğumuz çeşme kurumuş da farkında değiliz. Başında mektep kasketi taşıyan bir çocuk on dakika ileride yol üzerindeki çeşmeden bahsetti. Ve bizimle oraya kadar arkadaşlık etti. Beşikdüzü’nde ilk mektebin son sınıfına geçmiş.
Takazlı Camii ile Beşikdüzü arasında bir saat mesafe var. Bu köyün okuma çağındaki çocukları yağmurda, karda sabah, akşam bu yoldan geçiyorlar. Çarık giyiyorlarmış. Yol muntazam değil... Suları, güneşin son tesirlerine kadar muhafaza eden çukurları var. Sonra karlı havalarda da lastiksiz her nevi ayakkabının su çekeceği muhakkak.
-Ayaklarınız ıslanıyor mu, dedim.
-Islanıyor.
-Mektebinizin tatil saatine kadar bu ıslak çorapla mı geziyorsunuz?
-Evet.
-Daha rahat okumanıza tesir etmiyor mu, sancı duymuyor musunuz?
Cevap vermedi, önüne baktı.
-Bir çift çarık ve bir çift çorap daha tedarik edebilir misiniz?
Ederim.
-Pekala, bu tedarik edeceğiniz çarık ve çoraplar mektepte kalsa, sabahleyin mektebe gittiğinizde bunları giyseniz ve tatilden sonra akşama kadar kuruyacak olan çarık ve çoraplarla köye dönseniz, sizin için daha rahat olmaz mı, sancı duymaz ve hasta olmazsınız. Zekanınz daha iyi işle, daha iyi ders ezberler ve güzel notlar alırsınız.
-Olur, niçin olmasın?
-Pekiyi, bu sene mektebe devam ederken dediğimiz gibi yapacak mısınız?
-Yapacağım.
-Şerefiniz üzerine söz veriyor musunuz?
Çocuk, bütün dikkat kesilen muhavereden sonra bu sual karşısında birden bire başka bir renk almıştı. Şeref mefhumu önüne tam bir hissi itaat ve ciddiyetle ve muallimine karşı olan toplanma hareketiyle sesli sesli:
-Şerefim üzerine söz veriyorum, dedi.
Çocuğun gözlerinde irsen gelen bu milli ahlakın parıltısına gururla bir daha şahit olduk.[15]
Şimdi Şalpazarı’ndan yorgun gelmiş, gün batımında bu hatıraları yaşarken nahiye müdürü Naim Akyüzlü yanımıza geldi. O da sekiz saat at üstünde, nahiye köylerinde yaptığı tedkiklerden yorgun ve bitkin dönmüştü.[16]
Şalpazarı’ndan ayrılık hatırası (25 Mayıs 1940 Cumartesi)
Kaynak: Yeniyol, 10 Ağustos 1940
Vali Osman Sabri Adal’ın Şalpazarı’na yaptığı inceleme gezisine katılan gazeteci Cemal Rıza Bey’in aktardıkları, seksen yıl önceki Şalpazarı nahiyesi ve halkı hakkında şu çıkarımları yapmak mümkündür:
Heyete mihmandarlık yapan Ali’nin babasının Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Rus işgaline maruz kalmamak için dokuz nüfusla ayrıldığı köyüne, kurtuluştan sonra yalnız başına dönmüş olması, Rus işgali ve muhacirliğin bölgede ne denli derin izler bıraktığını göstermektedir. Bu örnekten hareketle yörede yaşanılanların yalnızca Ali’nin babası ve ailesinin değil çok sayıda ailenin başına gelmiş büyük bir felaket olduğu söylenebilir.
Bin yıla yakın bir süredir bir Türkmen-Çepni iskan bölgesi olan Şalpazarı vadisinin doğal güzellikleri hakkında bilgi veren yazar nahiyeye az bir mesafede, yol üzerinde iyi dönen bir değirmen gördüklerini ve önünde genç ve yaşlıların oturduklarından söz etmektedir. Kanımızca bu mevki, Çarlaklı ve Gölkiriş köyleri sınırlarının Akhisar Deresi’ne kavuştuğu yerdeki Ciruğu Mevkii diye bilinen düzlük olmalıdır. Zira burada bizim yaşıtlarımızın iyi bildiği iki kahvehane ve bakkal dükkanları mevcuttu. Burada, yolun karşısında Üzümözü köyü değirmeni, yol üzerinde ise Ciruğu değirmeni adlı iki değirmen mevcuttu, ki bunlardan ikincisi yıkılmış, taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenen birincisi ise ayakta olmasına rağmen işletim dışı vaziyettedir. Bu mevkide bir süre dinlendiklerini belirten yazarın yöre halkının kendilerine yönelik ilgi ve yardımseverliğini özellikle vurgulaması dikkat çekicidir.
Şalpazarı Vadisi’nin doğal güzelliklerini övgü dolu sözcüklerle anlatan Cemal Rıza Bey, Sis Dağı yaylasının mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu, ancak bu kısa ziyarette buna imkan bulamadığına üzüldüğü notunu düşmüştür.
Yazarın Şalpazarı’na ulaştıktan sonra nahiye merkezi hakkında verdiği bilgiler de dikkate değerdir. Örneğin nahiye müdürünün nahiyeyi ilk kez ziyaret eden en büyük statülü bürokratı olan valiye akşam yemeği için ikramının, nahiye içinden geçen Akhisar Deresi’nden avlanan tatlı su balığı olması, ilginç bir durum olsa gerektir. Zira en kaliteli etin burada oldukça ucuz fiyatla satıldığı Cemal Rıza Bey tarafından ifade edilmesine rağmen nahiye müdürünün konuklarına neden etli bir yemek değil de sahilde kolaylıkla ulaşılabilecek balık ikram etmek istemesi ilgi çekici olsa ferektir. Yazarın, balık avcılarının göldeki balıkları yakalayabilmek için derenin suyunun önüne set çektikten sonra gölün suyunun tenekelerle boşaltılması uygulamasını oldukça ilginç bir durum olarak belirtmesine rağmen yine bizim kuşak mensupları derede balık avlamanın en yaygın yönteminin bu olduğunu yakından bilirler.
(Atilla Alp Bölükbaşı, Anılarda Trabzon’dan)
Şalpazarı’nın pazarı olan Çarşamba gününe dair aktarımları da bugün elli-altmış yaş altındakilerin tahayyül edemeyeceği niteliktedir. Sabahın erken saatlerinde nahiyenin köylerinden veya yaylalarından yaya olarak nahiyeye inen köylülerin sırtlarında getirdikleri yağ ve yumurta gibi ürünlerini satıp ihtiyaçlarını kısmen karşıladıktan sonra bir kenara çekilip sohbet eşliğinde peynir-ekmeklerini yiyerek açlıklarını gidermeye çalıştıkları ifade edilmiştir ki bu anlatım bizim kuşağın tanık olduğu sıradan olaylardan biridir. Yazıda belirtilen, yöre kadınlarının al renk basma elbiseler giydiği ifadesi, bugün neredeyse folklorik kıyafete dönüşmüş (Pembe Yamaç Hanım tarafından üretilen bu kıyafetler büyük ilgi görmektedir) Şalpazarı’na özgü giyim kültürünü betimlemektedir. Şalpazarı’nı; terbiyeli, duygulu, doğal ve cana yakın bulan yazar misafirlerini memnun etmek için başka yörelerde görülemeyecek düzeyde çaba sarf eden insanların diyarı olarak tanımlayan Cemal Rıza Bey, bugün de hala yaşatılan Şalpazarılılara dair bir haslete dikkat çekmiştir. Nahiye müdürünün odasında yaşanan bir arazi tecavüzü olayını aktaran yazar, şikayetçi kadının hakkını aramaktaki cesaretli tavrını vurgulamak için taraflar arasındaki diyalogu aktarmayı uygun bulmuştur. Bu diyalogda dikkat çeken diğer bir husus ise yöreye özgü şivenin -ki Oğuz Türkçesidir- özgünlüğüdür.
Vali Osman Sabri Adal’ın yaptığı konuşmada Şalpazarı ile Beşikdüzü’nün karayolu ile irtibatlandırılacağı bilgisinin yöre halkında büyük bir sevinç yarattığını belirten yazar, kültür ve sanat faaliyetleri açısından da oldukça mahrum kalmış bir yöre olan Şalpazarı ile Trabzon Halkevi temsil ve musiki şubelerince organize edilecek bir dizi etkinliğin buluşturulması sözünü vermiştir.
Sonuç olarak bundan tam 80 yıl önce Trabzon Valisi Osman Sabri Adal başkanlığındaki bir heyetin yapımına karar verilen Beşikdüzü-Şalpazarı karayolu güzergahını takip ederek at sırtında yaptıkları bir yolculukla ziyaret ettiği ve bir gece konakladıktan sonra ayrıldıkları Şalpazarı ziyaretinden günümüze nakledilecek çok kıymetli bilgiler olduğunu belirtmek gerekir.
Şalpazarı-Beşikdüzü karayolunun serencamı şu şekilde seyretmiştir:
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye açısından oldukça ağır koşulların yaşanmasına neden olmuş, savaşın ülkeye sıçraması ihtimali nedeniyle bir milyonu aşkın askerin silahaltında tutulması ekonomiye ağır darbe vurmuş ve yatırımlar durdurulmuştur. Bu durumdan, diğer yöreler gibi Şalpazarı da derinden etkilenmiş ve Beşikdüzü-Şalpazarı karayolu yapımının yeniden başlaması 1950’li yıllara sarkmıştır. 1946-1960 yılları arasında Trabzon Milletvekilliği yapan Mustafa Reşit Tarakçıoğlu anılarında, Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren Trabzon’daki altyapı faaliyetlerinin yeniden başlatıldığını belirtmekte, 17 kilometrelik Beşikdüzü-Şalpazarı yolunun Takazlı’dan olduğu gibi dağları yararak sürdürüldüğünü ifade etmiştir.[17] Yolun yapımı 1954 yılına gelindiğinde de devam etmiştir. Yine hizmetin yalnızca yol yapımıyla sınırlı kalmadığını belirten Tarakçıoğlu, Şalpazarı’nın Gökçeköy camisinin de aralarında bulunduğu çok sayıda camiye parasal katkı yapıldığına[18] ve 1955 yılında tam teşkilatlı Şalpazarı Nahiyesine memur tayin edilmesi girişimlerinde bulunduğunu belirtmektedir.[19]
[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Nedim İpek, “Osmanlı’dan Cumhuriyete Şalpazarı Kazasının İdari Yapısı ve Nüfusu”, Şalpazarı Tarih, Kültür, İnsan, Editör Veysel Usta, Serander Yayınları, İstanbul 2018, s. 125-138.
[2]Yeniyol, 31 2. Kanun 1939 Salı
[3]Yeniyol, 3 Şubat 1940 Çarşamba
[4]Yeniyol, 3 Şubat 1940 Çarşamba
[5]Yeniyol, 13 Temmuz 1940 Cumartesi
[6]Yeniyol, 29 Mayıs 1940 Çarşamba
[7]Yeniyol, 6 Temmuz 1940 Cumartesi
[8]Yeniyol, 12 Temmuz 1940 Cuma
[9]Yeniyol, 17 Temmuz 1940 Çarşamba
[10]Yeniyol, 20 Temmuz 1940 Cumartesi
[11]Yeniyol,24 Temmuz 1940 Çarşamba
[12]Yeniyol, 31 Temmuz 1940 Çarşamba
[13]Yeniyol, 3 Ağustos 1940 Cumartesi
[14]Yeniyol, 10 Ağustos 1940 Cumartesi
[15]Yeniyol, 30 Ağustos 1940 Cumartesi
[16]Yeniyol, 7 Eylül 1940 Cumartesi
[17] Hikmet Öksüz-Veysel Usta, Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, Hayatı, Hatıratı, Trabzon’un Yakın Tarihi ve Yassıada Mektupları, Serander Yayınları, Trabzon 2018, s. 116.
[18] Tarakçıoğlu, a.g.e., s. 352.
[19] Tarakçıoğlu, a.g.e., s. 358.
Yorum Yazın
Facebook Yorum